29 Ocak 2010 Cuma

HANİ BENİM GENÇLİĞİM NERDE ???

Giderek yalnızlaşıyoruz,korkuyorum bu gelişmeden.
Yolda, markette,lokantada,otobüste,dolmuşta insanları izliyorum herkesin yüzünde bir mutsuzluk,
bir sıkıntı ve sürekli kavgaya açık bir duruş.
Herkes depresyon geçiriyor neredeyse.
Konuşamaz bir toplum olmaya doğru gidiyoruz.

Dün gazetelerde bir genç kızın intiharı vardı.Atıverdi kendini camdan öylece.Baktığınızda mankenlere taş çıkartacak bir görünüm ve güzellikte,gencecik biri
neden seçerdi ki intiharı ? Neydi bu kadar büyük sorunu?

Yüzde elli biri yirmi sekiz yaşın altında olan genç bir nesile sahip bir ülke olduğumuzu görmek bile beni hiç heyecanlandırmıyor artık.

Kendi jenerasyonumun yirmili yaşlarını düşündüğümde çok daha sosyal olduğumuzu fark ediyorum.En aktif olunması gereken dönemde gençlere bakıyorum,bir uyuşukluk bir vazgeçmişlik.İnsanlardan kopuk bir tavır sergilemekteler.Herkesin kulağında bir kulaklık, dışarıya kapalı bir şekilde yaşıyorlar.Çarpsanız özür dilemenize bile gerek yok; zira kulaklarındaki müziğin sesi o kadar yüksek ki sizi duymayacaklar bile.

Okumuyorlar,merak etmiyorlar,sorgulamıyorlar.
Konuşmak desen zaten yok iki laf bir araya gelip ağızlarından dökülemiyor çünkü fikir yok.
Zihni fukara olanın,fikri de ukala olurmuş misali,çoğunun aklı bir karış havada maalesef.(güzel gençlerimiz de var onlar alınmasınlar lütfen.Lafımızın kimlere gittiği bellidir)

Hangi model alınarak böyle bir toplum yaratılmaya çalışılıyor bilmiyorum ama biz yapı olarak buna uygun değiliz.İnternette dolaşan bir mail var uzun zamandır belki sizde görmüşsünüzdür.Hani şu çocukluğumuzdan özlediğimiz şeylerle ilgili mail.
Kimin kaleme aldığını bilmiyorum ama öyle güzel yazmış ki olanları, düşündüğünüzde siz de fark ediyorsunuz neleri yitirdiğimizi.


'Birbirimize yabancı yalnızlıklarımızla yaşar olduk' diyor mesela.Kimler altına imza atmaz ki?

Toplum olarak bir erozyon yaşıyoruz.Modern olacağız derken kaybettiklerimizi sıralamış mailde, her birini okudukça gözlerim doluyor.
Evet doğru diyorum, neler geçmiş hayatımızdan.
İnternet çağında olmak her şeyi elinin altında bulmak hayatımızı kolaylaştırabilecekken,biz insanlar onun da suyunu çıkartmayı başardık.Bir faydanın nasıl kocaman bir zarara dönüşebileceğini ve çocukluğumuzdan kalan en saf taraflarımızı da nasıl yok edebileceğini izliyoruz şu sıralar..

Çocukça bir saflıkla :(

28 Ocak 2010 Perşembe

NE ARIYORUZ ?

Hepimiz birçok hayalimizi gerçekleştirmek için deli gibi çalışıp didiniyoruz,hayat üzerimizden akıp giderken.Ve bu dünya üzerinde çoğumuz ''EŞ'' arıyoruz kendimize,birlikte bu yükü kaldırmak için.

Peki nedir bu eş durumu? Evlendiğimiz ya da birlikte olduğumuz insanlar bize eş mi?

''Eş'' kelime olarak bakarsak; birbirine her konuda benzeyen,tıpatıp anlamı çıkıyor.Bir kadın ve bir erkek için kullanılan en yanlış benzetme bence. Eş olmak için birbirine benzemek gerekiyorsa en benzemeyen iki insan nasıl olur da eş olurlar. İşte burada başlıyor sanırım her sorun.Eş olmaya çalışıyoruz kimimiz aşkla, kimimiz zorla..

Oysa eş olmak yerine birbirimize ''yaren'' olsak hayat denen bu yolda.Belki daha kolay olur o zaman yaşamak.Yanımızdaki kişilerin bize uymasını beklemek yerine,ya da onlara benzemeye çalışmak yerine,birbirimize kattığımız güzellikleri fark etsek.Eş olmanın fiziksel aktivitelerden geçmediğini,eş derken aslında ruhlardan bahsedildiğini kavrasak mesela.

Ama ruhlarımızın da eş olmadığını anlayarak aşklarımızı yaşayabilsek.Yani yaradılışlarımızda keskin farklar olduğunu anlayarak, ağlarken bir filmin hiç olmadık bir sahnesinde sevgilimiz,bir erkek olarak anlayamasak da o ruh halini,sarılabilsek mesela tamamlayabilsek o anki durumunu sevdiğimizin.İşte diyorum o zaman EŞ olunur bence..

O an alamayacak olsak da yeni çıkan bütün araba modelleriyle ilgilendiğimizi bilse mesela sevdiğimiz kadınlar.Bununla ilgili bir iki fikir de onlar verse hatta,hiç ilgilenmedikleri halde.Ya da gazetenin spor köşesini okusalar arada bir.Tuttuğumuz takım kimleri transfer etmiş duysak onların ağzından mesela.İşte diyorum o zaman EŞ olunur bence.

Yani aslında diyorum ki eş olmak tamamlamaktır.Anlamaya çalışmaktır.Belki de zevk alamayacağımız halde onun için denemektir.Bütün yeşillikleri doldurun bir kaseye,yağını limonunu sosunu koymadan yeşilliktir o.Sosunu koyunca tamamlanır salata olur adı.O sostur işte eş olmak.Lezzetli hale getirmek,keyifli hale getirmektir.

Tabii bir de ''eşlik'' etmek var.Bu açıdan da bakarsak eş konusuna,üzerine yüklenen anlamlar daha bir hafifliyor sanki.Hayat yaşanırken birilerinin yanında olabilirsiniz.Hatta bu yıllarca sürebilir bazen.Aynı evin içinde yıllarca birbirini tamamlamadan yaşanılabilir.Evin dışındaki durumlarda eşlik eder çiftler birbirine,evin içinde farklıdır hayat.

Kimse birbiri için bir şey yapmıyordur.Çok sohbet yoktur o evlerde.Biri kitap okurken diğeri magazin seyrediyordur.Biri maç seyrederken diğeri yemek yapıyordur.Bla bla bla..Bunlar çoğaltıldıkça çoğaltıla bilinir.Ve bir gün eğer şansları varsa çok geç olmadan birbirlerinin eşi olmadıklarını anlarlar.Hayatlarının sadece bir bölümüne eşlik etmişlerdir hepsi o..Ruhlarını anlayamadan,yüreklerini tanıyamadan gelip geçmişlerdir birbirlerinin hayatlarından.

En güzeli,anlayarak dış kabuğunun içinde ne barındırdığını;hırçınlıklarını,
tepkilerini,bize göre anlamsız gelen kaprislerini onun adına üzülerek hoşgörüyle karşılayabilmek.Güzel yollarla gösterebilmek yanlışları ve görebilmek bize gösterdiği yanlışlarımızı.Bunlara rağmen yanımızda olup elimizi tuttuğu için teşekkür edebilmek,her gün hiç sıkılmadan...

Bir karar vermemiz gerekiyor dostlarım,tamamlayıcı EŞ mi olmak istiyoruz? yoksa EŞLİK mi etmek istiyoruz birilerinin hayatlarına?

27 Ocak 2010 Çarşamba

ZARFA DEĞİL MAZRUFA BAKABİLMEK...

Adımızın önüne konan sıfatlara öyle sıkı bağlanmışız ki onlarsız neredeyse yokmuşuz gibi davranıyoruz.Herkes olmasa bile azımsanmayacak bir topluluk bunu yapıyor.Hele toplumca kabul gören meslek gruplarına mensup kişiler,bunu gözünüze sokuyorlar çoğunlukla ve farkında olmadan siz de aynı şekilde davranıyorsunuz onlara.Yaptığı meslekten dolayı saygı bekler hale geliyor ve ince bir aşağılayıcı tavıra bürünüyorlar diğer insanlara karşı.

Çocukluğumdan beri bu duruma itiraz ederdim.O zamanlar dile getiremesem de gençliğe ilk adım attığımdan beri, bunu yüksek sesle hep söyledim etrafımdaki insanlara.Özellikle ailemle çok tartışırdım bu konuda.Hiç tanımadığım insanlardan bahsederken, önce ne iş yaptığından ya da hangi okulları bitirdiğinden konuya girmek beni hep sinirlendirmiştir.Tamam titr önemli ama insanları tanıma şeklinin, önce mesleğini ya da maddi zenginliğini öğrenmekten geçmesinin nesi doğru ki?

O grupta bulunmayan insanların içindeki kompleks duygusu neyse, aynı kompleks, o meslek grubunda ya da o okullardan mezun olmuş bazı insanlarda da var bence.Elbette insan kendi kendine gururlanır kazandığı bir çok başarıdan dolayı ancak bu başarılar nedeniyle insanlara yukarıdan bakmak,kibirlenmek ve insanlardan saygı görmeyi beklemek yanlıştır bana göre.

İnsan saygıyı,bulunduğu meslek grubundan ya da bitirdiği okullardan kazanmaya çalışıyorsa burada da bir kompleks yok mu sizce? Ya da insani değerlerin hiç önemi yok mu?

Hiç düşündünüz mü avukat,doktor ya da bilmem kim olduğu için saygı duyduğunuz kişilerin,belki de kişilik olarak çok seviyesiz olabileceğini? O adlarının önüne konanları bir kaldırınca, altından neler çıkabileceğini?

Bilenleriniz vardır ülkede bir gün dahi bakanlık yaparsanız karşınızdaki milletvekili bile olsa,size öldüğünüz güne kadar sayın bakanım demek durumunda bu ne kompleks böyle!!Özde insan olduğumuzu unutmamalıyız sevgili dostlarım.En önemli değerimizin de bu olduğunu.

Bu aşağılık duygusunun bir başka dışa vurumu da kartvizitlerde gizlidir.

Yemeklerinin güzelliği ve nezih bir ortamının olmasından dolayı tercih ettiğim bir restoranda yaşadım bunu. Birgün yine aynı yerde yemek yerken,restoranın sahibi yanıma geldi tanıştık.Ben oradan ne kadar memnun olduğumu, yemekleri ne güzel yaptıklarını ve her birine bayıldığımı anlattım.Ayrılırken kartını verdi.Kartın üst tarafında mekanın adı,ortada sahibinin yani kendinin ismi, klasik bir kart derken gözüme ismin altındaki yazılan ibare çarptı ''Yüksek Kimya Mühendisi'' o ne??? Ne alaka??? Burası kimya laboratuvarı değil ki mühendis olsun diye düşünürken; bunun altında yatan mesajı fark ettim.Kart sahibi ''ben aslında tahsil yapmış bir adamım sadece iş olsun diye restorancılık yapıyorum, beni sakın diğer işletmecilerle karıştırmayın''diyordu.Yaptığı işin insanlar için değersiz olduğunu bu şekilde toplum içinde saygın bir yeri olmadığını düşünerek yazdırmıştı onu isminin altına.Sizde dikkatli bakarsanız göreceksiniz böyle insanları etrafınızda.

Bize düşen birbirimizi okuduğumuz okullardan,yaptığımız işlerden,aldığımız unvanlardan ya da kazandığımız maddi zenginlikten dolayı, toplum içinde takdir görmeye çalışmaktan vazgeçmek, bunları sadece bir üst kimlik olarak kabul edip bize sağladığı kolaylıklarla açılan kapılardan ''insan''olarak girmeyi becerebilmektir...

26 Ocak 2010 Salı

ŞU ALDATMA DEDİKLERİ

İlişkilerin en zor ve en sancılı durumu aldaltılmaktır.Hepimiz bu durumdan korkar ve en az bir kere yaşarız hayatın bu gerçeğini.

Kimse bundan mutlu olmaz asla savunulacak bir tarafı yok elbette.Sadece erkek ve kadın arasındaki farklara değinmek istiyorum.Biz erkekler bu konuda nasıl bir duruş sergiliyoruz? Kadınların yaptığı nasıl algılanıyor biz erkekler tarafından hiç düşündünüz mü?

Burada iki cinsiyeti karşılaştırmak mantıklı olacak sanırım.Sen yaparsan bende yaparım tavrı geçerliliğini ne kadar yitirir bilemem ama belki bir erkeğin anlatması bir fark uyandırır, bugüne kadar kör döğüşü içinde olan kadın ve erkeğe.

Hiç bir haklı taraf yoktur aslında ama içgüdü dediğimiz o zıkkım biz erkekleri bir türlü rahat bırakmaz.Ergenlikten başlayarak hayatımızın sonuna kadar,bir şeref madalyası takmış muamelesi yapılır biz erkeklere,yatılan kadın sayısı.Bir yarış oluşturulur ve bu yarışın içine sürüklenir genç adam.Bulduğu her deliğe girmek isteyen elma kurdu gibi dolaşır durur kadınların bacakları arasında ve hepsine sadece cinsel bir yaklaşım sergiler. hiçbir duygu hissetmez onun amacı sadece sekstir.

Gün gelir aşık olur!!! Yattığı bütün kadınlarla yaptıklarını kendisinden dinlemek için ağzının suları akan arkadaşlarına anlatırken, birden konu o kiza gelince 'ben onun için ciddi düşünüyorum'der. Sanki onunla yatmayacakmış gibi!!!

Böyle gösterir ona karşı olan duygususun içeriğini.Ona göre o kadın evinin herşeyi olacaktır, diğer kadınlara benzemez ve başka kadınlarla yatarken onu aldattığını düşünmez bile.Çünkü onun için ciddi düşünüyordur!!!(Ne saçma ama!)

Erkek sevdiğine yakalandığında yataktaki diğer kadın için 'aramızda bir şey yok' der. Gerçekten yoktur.. Seksten başka yani.O kadının, kalçası göğsü falandır ilgisini çeken, hiç ilerisi yoktur.Bir zevk anıdır paylaştığı hepsi o.

Hiçbir erkek kadınının canını acıttığını düşünmez başka bir kadınla yatarken.Hatta bir çok erkek o anlardan karısına daha aşık olarak ayrılır.Sadece alt beynindeki ilkel adamdır ona bunu yaptıran. Kadınla erkeğin en önemli farkı burada doğar bence:

Kadın plan yapar.Bir kurgusu, bir nedeni vardır erkeğini aldatırken.Öyle hayvani dürtülerle yapmaz bunu.Ya intikam duygularıyla çıkmıştır yola ki böyle olunca çoğunlukla gözyaşlarıyla yarım bırakır ve kaçar oradan(Tabii sonuna kadar yapıp kılı kıpırdamayanlar da var) ya da aşık olmuştur.Sonucunu bilir.Yani kafasını bacaklarından önce açmıştır bu duruma. Bir anlık heves değildir yaptığı.

Şöyle bir bakın yatakta yakalanma öykülerine; çoğu adam önce karısına ya da sevgilisine saldırırken, yakalayan kadın, yataktaki diğer kadına saldırır.Çünkü bilir onun kurgu ile oraya yattığını ve eğer kendi izin vermemişse o adamın ömrü boyunca bu isteğine ulaşamayacağını.

Buradan aldatmayı erkekler adına savunduğum fikri çıkmasın ben sadece bugüne kadar gözlemlerimi yaşadığım tecrübelerimi ve erkeklerden çok kadın arkadaşımın olmasından dolayı, onlardan dinlediklerimi paylaşıyorum sizinle.

Ben şu güne kadar,dışarıda bir adamla sevişip,sonra da hiç birşey olmamış gibi evine dönen kadın çok az gördüm.Kadın kafasına gitmeyi koyduysa ancak bunu yapar.Yapıyorsa da zaten çoktan gitmiştir o ilişkiden...

22 Ocak 2010 Cuma

BİR SÖZÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...

''Boşanabileceğiniz insanlarla evlenin''

Dün yazımı sonlandırdığım bu cümleler,Trakya'nın küçük bir şehrinde yaşayan bir edebiyat öğretmeninin, öğrencilerine ders sırasında yaptığı konuşmadan bir alıntıydı.İlk duyduğumda çok etkilenmiştim,o öğretmenin tarzından.Ergenliğe daha yeni adım atmış gençlere nasıl hayat dersi veriyor ve onları yaşama nasıl hazırlıyor, vizyonularını nasıl etkiliyor, öğretmen olarak görevini tam anlamıyla uyguluyor diye.Vermiş olduğu bu ders mefailün failatün failün den çok daha önemliydi bence.Tanımamış olsam da derin bir saygı uyandırdı bende.

Birgün hiç tanımadığı,bu sözleri sarfederken orada olmayan birinin yazdıklarına konu olduğunu bilse,sanırım mutlu olurdu.Bir eğitimci olarak düşüncelerinin dalga dalga yayıldığını görmek ve görevini başarıyla yaptığını bilmek amacına ulaştığını hissettirirdi sanırım.Sözü söyleyenin hakkını teslim ettikten sonra gelelim konumuzaaaa...

Şimdi ne demek bu boşanabileceğiniz insanlarla evlenmek ?

Evlenmek!! Erkek ve kadının bütünleşmesidir.Yapılan en eski sözleşmedir.Birbirini seven iki insanın iyi günde kötü günde beraber olmaya söz vermesidir.En önemli müessesedir.Kutsaldır.Erkeğin kaçtığı.Kadının kendini bildiği andan itibaren gerçekleşmesini istediği durumdur.(böyle bir algı vardır)Önemlidir.Özeldir.Şaka bir yana,öyle ya da böyle güzel bir olaydır evlilik.Ammmmaaaaa;

Yola çıkarken hiç kimse lastiğinin patlayacağını ve yolda kalacağını hesaplamaz.Aynı durum evlilikler ya da birliktelikler için de geçerlidir.Birliktelikler dans etmeye benzer; eşler birbirlerine ne kadar uyumluysa dans o kadar güzel ve seyirlik olur.Şöyle düşünün o gösteri bittiğinde, nasıl eşler birbilerine selam verip kimi zaman adam kadının elini öperek yerine oturtuyorsa evliliklerde bu şekilde sonlanmalı bana göre.İlla bitmesi gerekiyorsa...

Tabii ben duygusal olarak herkes mutluluktan uçar demiyorum ayrılırken.Arada olması gereken saygı ve kişilik haklarından bahsediyorum.Hepimiz boşanan çiftlerin ayrılırken nasıl kabalaştıklarına birbilerini acıtmak uğruna nasıl mücadele verdiklerine tanık olmuşuzdur sanırım.Hatta olayları karşısındakinin canını alacak kadar ileriye götürenlerle karşılamışsızdır.Kimileri arada kalan çocuklarını kullanarak karşısındakine acı çektirmeyi,bir öç alma vesilesi olarak görmektedirler.''Ayrılırsan çocuğumuzu sana göstermem !!!'' tehdidi ile bitmiş bir ilişkiyi nereye kadar sürdürebilirsiniz ki?

Bunlar hiçbir zaman çözüm değildir bana göre.Konuşabilmek,başlarken güzel olan şeylerin şimdi istendiği gibi gitmediğini ve bunun her iki tarafa da zararlı olduğunu medeni bir şekilde anlatabilmek,yolları bir daha kesişmese bile hiç olmazsa paylaştıkları süreyi güzellikle anmak gerekir.

Bana sorarsanız dostlarım; evlenmek için, aşkımızın ve beynimizin uyumuna,eğitim ve kültür durumuna,belki maddi durumuna bakıyoruz ya seçtiğimiz kişilerin,bir de boşanp boşanamıyacağımıza bakmalıyız..Boşanmak durumunda kalırsak günün birinde,paylaşılan anılar, yüzde bir gülümsemeyle anılacak hale gelebilir mi karşımızda ki insanda?

Çirkefleşmeden,çirkinleşmeden sırtlar sıvazlanıp,belkide yaşadığımız o en güzel günü,şu anda ayrılmak istediğini söyleyen insanla yaşadığımızı hatırlayacak mıyız?

Ya da hep korktuğumuz,deneyemediğimiz bir şeyi,güzücümüzü bulup denemeye kalktığımızda elimizi tutup yüreklendirenin yine o olduğunu anımsayacak mıyız?

Bu örnekler çoğaltılabilir elbette.Evli olma halinden daha önemlidir belki de;dostluğu bozmadan,kırıp dökmeden,yeni hayatındaki mutluluğu paylaşmak.


İşte o kısacık cümlenin içinde barındırdığı anlam bunlardır.Duyduğum andan itibaren hafızama kazınmasına neden olan şeyse;yıllarca evliliklerle ilgili düşüncelerimi özetlemesidir...

21 Ocak 2010 Perşembe

GİTMEYİ BİLMEK...

Hiç kimse bitirmek için bir ilişkiye başlamaz elbette ama sular bazen tersine akar.O her gün beklediğiniz telefon ya da çalacak zil, artık heyecanını yitirmiş, buluşmalar özensizce çıkılacak bir alışveriş tadına gelmiş, birlikte geçirilen saatler rutinleşmiş ya da sevişmeler çılgınlıktan uzak, hatta birbirine çağlayan olmaktan çıkıp, görev halini almış olabilir.Bu durumda ilişki bazen her iki tarafın vazgeçmesiyle doğal yoldan sonlanırken çoğu zaman tek taraflı olduğundan sorunlar baş göstermiş demektir.

Çünkü herkes gitmeyi bilmez!!!

Evet çoğumuzun başından geçmiştir böyle sancılı ilişkiler.O zerafetinden gözlerinizin kamaştığı kadın ya da kibarlığın göbek adı yerine yazılacağı erkek gitmiş yerine;saldırgan, beni terk edemezsin diye bağırıp, göreceksin gününü, benden çekeceğin var diyen yaratık gelmiştir.İçine şeytan kaçmış sanırsınız baktığınız da; oysa şeytan hep içindedir siz görememişsinizdir.

Buradan nasıl çıkacağınızı düşünme zamanıdır şimdi...Çünkü sizi sevmemiştir O, sizdeki kendini sevmiştir. Yanında ne hissettiğiniz değil, onun bu ilişkideki aldığı zevktir önemli olan ve sizden sonra kendini nasıl taşıyacağını bilmediği için sizi kaybetmekten çok kendi duygusunun peşindedir.Son imza O'na ait olmalıdır. Dolayısıyla sizin düşüncelerinizle ilgilenmez ve başlar size ya da çevrenize zarar vermeye.Her türlü zarar onun için kar sayılır giderken, oysa eşyanın kanunu vardır ve her şey eskimeye mahkumdur. Bu durumu baştan kabullenmek gerekir bir ilişkiye başlarken.

Uzun süreli ilişkilerin bitmemesindeki en büyük etki, içindeki değerlerdir aslında ve bakın o ilişkileri yaşayanlara paylaştıkları duyguları değiştirmeyi becerebilmişlerdir.Birçok doyumu birlikte yaşadıkları için sürer heyecanları.Bunları yaşamayı hepimiz isteriz ama dediğim gibi bazen öyle olmaz ve yük gelir onunla olmak. Bunu düzgün algılayabilen biriyle olmaya çalışmak en iyisidir.Bayılırım belaya diyorsanız o başka tabii..!!

Şimdi diyeceksiniz ki ''kavun mu bu koklayıp da alalım!! '' Elbette değil ama eğer kendini çok gizlememişse, ''benim yarim gelişinden bellidir'' diyor ya hani şarkıda işte aynen öyle.Size nasıl geldiğine bir bakın!!! Eğer kör kütük aşık olmamışsanız ya da uzun bir aradan sonra yalnızlık başınıza vurmuşken karşınıza çıkmamışsa (çünkü her iki durumda da gerçeği hemen göremezsiniz zaten) konuşmalarını ve davranışlarını inceleyin. Mutlaka satır aralarında bunların sinyallerini verecektir.

Bir duruş, bir konuşma, olaylara verdiği herhangi bir tepki ya da çevresindeki bitmiş bir ilişkiye getirdiği yorum, size birer cevaptır giderken nasıl davranacağı konusunda ve en önemlisi kendinizi de bu konuda eğitin.Vazgeçmeniz gereken ilk duygu intikamdır. Bırakın intikam ateşiyle yanmayı, unutmayın ki bir zamanlar her şeyi uğruna terk edip gideceğinizdi o intikam almaya çalıştığınız kişi.Sevgiyle uğurlamaya çalışın sizden giderken ve başka sularda yürütürken gemisini,batmaması için sadece dua edin....

Ve son söz: Boşanabileceğiniz insanlarla evlenin....!!!


Hamiş : Yazı yazıyı doğururmuş yarınki yazının başlığı üstte yazıyor işte.Madem bir şey attık ortaya, anlatalım bari ''Boşanabileceğiniz insanlarla evlenmek''neymiş???

20 Ocak 2010 Çarşamba

TAKLİTLERİN DÜNYASI

Yaratıcılığın giderek kaybolduğu, taklitlerin asıllarının yerini almaya çalıştığı bir dönemin içindeyiz artık.Yeni birşey yaratmak yerine taklit etmeyi ve bundan çeşitli kazançlar beklemeyi,başarı olarak değerlendiren bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz. Bravo bizlere!!!

Şöyle bir bakın etrafınıza, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.Benim en çok takıldığım şeyler, üzerinde küçük harf oyunları yaparak satışa sürülen ürünler ya da firmalar.Bir şekilde markalaşmış ürünlerin adının üzerine ''öz'', ''hakiki'' ''en hakiki'', ''daha daha hakiki'' gibi ibareler koyarak, halkın talebini kendisine yönlendirmeye çalışmak kadar, fikri çalmaya yönelik durumlar, sizce ne kadar başarı?

Üzerlerine koydukları ibareleri küçücük yazarak, halkı yanıltma yoluyla gelir elde etmenin neresi meşru?

Bana göre bunun altında yatan sebep kendine güvensizlikten başka bir şey değil.Elindeki ürüne ya da yaptığı işe güvenmeyen kişilerin başvurduğu ucuz bir taktik.Bu kolaycı yaklaşım giderek yayılmaya başladı ve hepimiz sessiz kalarak bir şekilde bu duruma yardım ediyoruz.Oysa bir fikri ya da bir ürünü ortaya çıkarmanın ne kadar zor olduğunu unutmamalıyız.Tabii ''taklitler asıllarını yaşatır'' sözü, önemli bir yaklaşım ama asıllarından neler götürdüğünü şöyle bir düşünün.Biz toplum olarak bunun farkına varana kadar, zaten taklitçi beyin tabir-i caizse çoktaaann ''atı alıp Üsküdar'ı geçiyor'' ve onu gören diğer sivri zekalılar piyasanın altını üstüne getiriveriyorlar.Bunu serbest piyasa ekonomisi olarak adlandırmak düşündürücü bir durum.

Bu taklitçilik her konuda etrafımızı sarmış durumda.Bir program halk tarafından beğenilmesin diğer kanallar adeta yarışırcasına aynı formatta programlarla dolduruveriyorlar saatlerini.Bir bakıyorsunuz konuları aynı bir sürü film ya da dizi ortalıkta geziyor.Mesela izdivaç programları. Artık çekinmeden isimlerini bile değiştirme gereksinimi duymadan yayınlanıyor ayrı kanallarda.Buna benzer birçok örnek var,dikkat ederseniz siz de farkedeceksiniz.

Seçmemeyi öğrenmeliyiz diye düşünüyorum.Seyretmemeyi,taklit olan şeyi tüketmemeyi öğrenmeliyiz.Onları yalnız bırakarak,özgün fikirler üretmelerini sağlamalıyız.Önümüze konulanı almazsak eğer,yaratmak zorunda kalacaklardır.

Rekabete hiç diyecek sözüm yok.Rekabet; ürünü ya da fikri geliştirir.Onun daha kaliteli olmasını sağlar ama taklitçilik ve ufak tefek isim oynamaları yaparak diğerinin üzerinden nemalanmaya çalışmak, hiç birimize fayda getirmeyecektir.Bırakın markalar yerinde dursun siz kendi markanızı onlarla boy ölçüşebilecek konuma getirin.Özgüven hayattaki en değerli hazinedir...!!!

18 Ocak 2010 Pazartesi

TUTULMA

Cuma günü güneş tutulması vardı gökyüzünde.İçinde dünyamızında olduğu gezegen sisteminin efendisinin ''tutulması'' hem de kime? Güç ve ihtiras uğruna savaşları bile göze aldığımız ya da bir parça ekmek için yıllarca çalışıp didindiğimiz ve sonunda hiç birşeyi yanımıza almadan çekip gittiğimiz bize kocaman gelen oysa ki onun krallığında çok da önemli olmayan bir gezegenin, ondan daha da küçük uydusu 'ay' olacak huysuza...

Peki ay olacak ne yapıyor? O daha çok tutuluyor güneşin büyüsüne,tüm hırçınlığını ve huysuzluğunu, dünyadan çıkarıyor. Denizleri kabartıyor, kimi zaman aşkından yerleri göklere çıkarıyor nefesi yeerine geçen fırtınalarla ya da yeri sallayıveriyor depremlerle. Birbirlerine denk olmasalar da etkileniyor ve üst üste gelip enerjileriyle kasıp kavuruyorlar arada kalan dünyayı.

Bir arkadaşımın köpeği de aynı durumdan muzdarip oldu bir süre önce.Zilli simsiyah bakımlı bir kaniş.Arkadaşım genç kız misali davranıyor ona çocuğu gibi olduğu için hiçbir şeyi esirgemiyor bakımlı mı bakımlı bir küçük hanımefendi.Bir gün çay içmek için ona uğradım. Kapıyı çaldığım anda içerden deli gibi bir havlama geleceğini beklerken (çünkü hep öyle olur) kapı sessizce açıldı.Arkadaşıma hayırdır diye sordum Zilli nerede? Sorma dedi bir süredir aşk acısı çekiyor; içerde camın kenarında onu bekliyor dedi.Biraz da kızmış bir şekilde vaaay!!!! dedim.Demek Zilli aşık oldu.. Damat geliyor desene!! Yaa evet öyle diye devam etti dostum sevimsiz bir sesle, anlaşılan ortada bir sorun vardı? Nedir acep diye düşünürken, arkadaşım sözüne ' birazdan gelir tipsiz görürsün' diye devam etti .Bu arada Zilli'yi görseniz o bakımlı,kilosu yerinde tüyleri pırıl pırıl olan hayvan gitmiş, yerine sürekli bir ağlama sesi olan, zayıf çelimsiz bir hayvan gelmişti.Evin içinde sürekli inleme sesi çıkaran siyah bir varlık. Beni gördüğünde üstüme atlayan, yüzümü ellerimi yalayan Zilli, bana şöyle bir bakıp kafasını çevirdi. Camdan bakmaya devam etti o neresinden çıkardığı belli olmayan ağlak sesiyle.

Aradan kısa bir zaman geçmişti ki camın önünde öyle bitkin halde duran zilli birden canlandı; havlamaya ve olduğu yerde dönüp durmaya başladı. Bir kapıya bir cama koşup duruyor bize konuşma fırsatı vermiyordu.. Arkadaşım 'hah geliyor sanırım sevimsiz' dedi,kızının birlikte olduğu çocuğu sevmeyen anne misali. 'Gel bak Burçin neye aşık olduğunu bir gör' dedi, kapıyı açarken. Zaten kapının ardına kadar açılmasını beklemeden aradan çıkıvermişti evin bahçesine Zilli.Deli gibi olmuş,kuyruğuna dönüp duruyor, arada oturuyor ,yola bakıyor, anlayacağınız aşık olan her insanın tepkilerini veriyordu çıldırmış gibi.

Bende dışarı çıktım, bu kadar tezahürat yapılan prensi görmek için.Aman köşeden bir şey döndü, gözüme inanamadım; dik kulaklı, patlak gözlü, ince zayıf kısa boylu bir pincher!!! Şaka olmalıydı bu. Neee!!!! dedim. Hayretle.. Arkadaşım 'işte gör bu zevksizin neye aşık olduğunu boyları bile aynı değil2 dedi, ağlamaklı bir sesle.Birbirlerini gördükleri anda nasıl koştuklarını anlatamam. Çılgın gibi bahçede koşuşturup duruyorlar ve birbirlerini kokluyorlardı onların arasında da bir ''tutulma'' olmuştu işte ve aşık olmuşlardı. Birbirlerine denk olmasalar da elden birşey gelmiyordu. iki gönül bir olmuştu ne de olsa...

Ve tabii bu aşk dört tane meyve verdi.Bu aşktan geriye neye benzediği belli olmayan ama dünyanın en sevimli yaratıkları kaldı,arkadaşımın elinde. Şimdi evde dört aşk çocuğu ve o aşkın kahramanı olan Zilli ile birlikte devam ediyorlar hayatlarına.

Bizler de öyle değil miyiz ? Gönül bir kere sevmeye,aşık olmaya görsün hiç farketmiyor.Güçlü,güzel,çirkin,çelimsiz,uzun,kısa,yaşlı veya genç.. Birlikte olmak için onca sıkıntı,fırtına,güçlük aşılıyor ya da aşılmaya çalışılıyor ne depremler ne yangınlar geçiriyor insanoğlu sevdiğine kavuşabilmek için. Her birimizin hayatında öyle ya da böyle bu hikayelerden yok mu?Hepimiz birer Ferhat ile Şirin ya da Leyla ile Mecnun taşımıyor muyuz içimizde....?

Bütün tutulmalarımızın sonucunda ellerimizde güzellikler kalsın dostlarım..Kendim ve bu yazıyı okuyan bütün dostalarım için diliyorum bunu.Yanlış bir tutumanın içindeysek,çabuk farkedip bitirebilme gücümüz, eğer doğruysa tutulmamız,farketme ve sonuna kadar gitme sağduyumuz olsun umarım.....

15 Ocak 2010 Cuma

KADINLIĞINIZIN KIYMETİNİ BİLİN!!!

Şu kadın,erkek eşitliği denilen meret nereye düşer ki acep ?

Ne zaman erkek olarak üstün olduk ki eşit olalım ? Hadi bir bakalım şu duruma eşit olmak sözlük anlamıyla neymiş

Eşit: Yapı, değer, boyut, nicelik ve nitelik bakımından birbirinden ne artık ne eksik olmayan...

Bu tanımdan da anlaşıldığı üzere zaten eşit olmadığımız ortada.Ortak olduğumuz tek yer 'insan' oluşumuz.Hiçbir konuda eşit değiliz aslında ve emin olun bir erkeğin yerinde olmak istemezsiniz çoğu zaman.Şehirde yaşayanlar bilir, otostop çeken erkekler çoğu zaman yürümek zorunda kalırken, hiç kızları göremezsiniz oralarda.Çünkü elini kaldırana kadar zaten araçlar kuyruk olmuştur önlerinde.Gidecekleri yer aynı olmasa bile kızı almak için korna sesleri birbirine karışmıştır çoktan.

Önce kadınlar ve çocuklar kurtarılır acil durumlarda,bir yere girilirken bayanlar önden alınır, sandalyesi çekilir otursun diye,sigarası yakılır, hatta elinde çakmak varsa, elinden alınıp yakılır,çiçek alınır,yüzük alınır,kat alınır,yat alınır,jeep alınır olmadı bir de küçük araba alınır,kürk alınır.Bazen hepsi bir tanesine alınır, bazen de en az birisi birine alınır.Deli gibi okuması gerekmez içlerinde bazılarının, bacakları güzelse en iyi işe o alınır.Kötüyse bile başka yeri güzeldir, yine işe o alınır.

Tanımda ne diyordu? 'Boyut' değil mi? Hanımlar için 'boyut' hiç önemli değildir.Her boyuttaki kadın makbuldür erkek için.Küçük olur ''fındık kurdu'' dur,büyük olur ''devlet gibi'' derler,şişmansa ''balık etli'',zayıf uzun boylu ise ''tay gibi'',güzel kalçalı iri memeli ise hele de memeler dikse ''malı mülkü ''yerinde derler,kalçalar haddinden fazla genişse olsun ''yemekte salça kadında kalça'' yapıştırılır sözün arkasına, dişlekse olur adı ''tavşan dişli'' kötü bir yeri olsa eee ''o kadar kusur kadı kızında da olur'' atasözü devreye girer.

Tanıma göz gezdirirsek ''değer'' durumu giriyor devreye.Ağırlığınca altın verilir ,başlık verilir alınırken,nafaka verilir boşanırken,o verilir bu verilir.Ama o canı ister''verir'' başı ağrır''vermez''.Yaşlansa bile kadınlık vasfını kaybetmez.
Tek dişi kalsa bile kendi isterse alıcısı çıkar.

''Yapı''diyordu tanımda.Hemen bakalım ;yapı olarak da güçlüdür kadın. Her ayın belli dönemlerinde üç ila yedi gün kan kaybeder.Ölmez!!! Bırakın ölmeyi, kan dolaşımı sağlandığı için daha güçlü çıkar bu iç savaştan.Yaşlandığında bile seks yapmak için ilaç kullanmak zorunda kalmaz.Yüce yaratan 'rahim' sıfatını onlara bahşetmiş bir de girmek için bir sürü kuralları yerine getirmemiz gereken cenneti bile ayaklarının altına sermiştir...

Şimdi hiç üzmeyin kendinizi erkeklerin dünyasında olmak ve aynı haklara sahip olmaya çalışmak için.Bunların hiçbiri erkek dünyasında yok!!!

Mavi patikten başlayan sıkıntıları vardır erkeklerin.Mavi patik giydirilerek bir sürü hakları ellerinden alınmıştır aslında.

En ağlanmayacak yerlerde foldur foşur ağlayabilirken kadın,erkek ağlamamalıdır patiğinin renginden dolayı.Gece tıkırtı duyulduğunda,pembe patikli biri kalkıp ne yapabilir ki,tabii ki mavi patikli kalkıp bakacaktır,kim var diye.Neticede gelen de mavi patiklidir.Ve dövüşülecekse,ikisi dövüşecektir.Eşit şartlarda yolda yürürken üşürse kadın,erkek donsa da ceketini çıkarıp pembe patikliyi ısıtmak durumundadır...

Kışkırtılarak büyütüldüğü için,bazı duyguları köreltilmiştir erkeklerin.Erkek adam cesurdur,güçlüdür,korkmaz,yılmaz.Erkek adam ağlamaz,gülmez gerekirse yemez,içmez...Bunları çoğaltmak mümkündür.

Bırakın kahveye gitmek,içip sarhoş olmak,işsiz kalmak,aç yatmak,abazan yaşamak, parasız kaldığında sevdiği kadın tarafından terkedilmek ve her şeyden önemlisi önündekini kaldıramadığı zaman ''erkek misin ulan sen'' denerek aşağılanmak bizlere kalsın.Siz,doya doya kadınlığınızın tadını çıkarın ve tekrar düşünün...

Eşit miyiz sizce ????

14 Ocak 2010 Perşembe

RAKI ŞİŞESİNDE BALIK OLMAK

Sevgili dostum Selçuk, bir süre önce, Nisan adında Kadıköy'ün ara sokaklarından birinde yaklaşık bir yıl önce açılmış küçük bir balık lokantasına davet etmişti ;Burgazadalı ustasının elinden çıkan inanılmaz lezzette mezeleri ,güleryüzlü hizmeti ve taze balıklarına diyecek yok.Bir de ''başımızda bir büyük olsun'' diyerek açınca rakıyı, saatlerce sohbet ettik bu güzel mekanda.

Dün yine telefonda ''akşam Nisan'dayız sürpriz var'' deyince hiç tereddüt etmeden kabul ettim, Selçuk'un teklifini.O nefis mezeleri,balığı,sohbeti kaçırır mıyım hiç?

Yolda konuştuklarımız aklıma geldi. Sürpriz var demişti neydi acaba? diye düşünürken geliverdim kapısına Nisan'ın. İçerisi her zamankinden daha özenli hazırlanmış, tabaklar,örtüler,mumlar falan. Bir kaç tanıdık yüzle selamlaştım ve Selçuk'un masasına oturdum.Kısa bir sohbetin ardından ne sürprizi yahu? diye sordum.Acele etme görürsün şimdi dedi ve o anda bir kanun sesi, narin endamıyla süzüldü içeriye.Arkamı döndüğümde o küçücük mekana bir sahne sığdırdıklarını gördüm.Kanun taksimi başladı ve bir ses duyuldu derinden, sevgili abim Münir Denizaltı sahnedeydi işte; güzel sesi herkesi bir anda etkisi altına alan sahne ışığıyla... Eee eski tüfek!!! Her şarkının ve sahnede geçen onca yılın, göz kenarlarına koyduğu çizgilerle bir mütevazı ruh...Deneyimin getirdiği olgunluk, bütün tavırlarına yansımış bir şekilde, orada bulunan herkesi alıverdi birden avucuna.Herkes mest oldu onu dinlerken sahnede.

Çarşamba geceleri müzisyenler için daha bir farklıdır diğer günlere göre.Cumartesi gecesi için yapılan programlar,seçilen şarkılar ne kadar eğlenceli ise çarşamba programları bir o kadar sanat ağırlıklıdır.Cumartesi geceleri eğlencenin tadını çıkarıp, vur patlasın çal oynasın diyerek oynamaktan yanları ağrıyan dostlar bile, çarşambaları daha yumuşak şarklılar dinlemeyi sever.İşte o günlerde sahne daha bir önem kazanır, dinleti açısından.Öyle güzel zamanlardan biriydi dün gece de.

Sadece Münir Abiyi dinleyeceğiz derken, tam bir iki lokma aldım mezelerden, sahneye alıverdi beni.Hep söylerim: Dünyanın üç zor işi vardır ;bunlardan bir doktorluk biri avukatlık bir de müzisyenliktir. Bulunduğunuz yerde bu üç iş koluna mensup biri varsa mutlaka işiyle ilgili bir soruya muhatap olur. Tabii şarkıcıların asli vazifesi de şarkı söylemektir böyle ortamlarda. Hiç kırmadan sahneye çıktım bir iki şarkı söylemek için. Nasıl güzel bir topluluk var anlatamam. Müzisyenler zaten çok profesyonel.İki şarkı diye çıktığım sahneden yarım saatte zor indim.Hani söylesem bütün gece söyleyeceğim o harika insanlara.

Sonra sevgili Münir Denizaltı bugün çok şanslıyız aramızda bir çok şarkıcı arkadaşım var demez mi!!!! Aman çıkan herkes bu kadar mı muhteşem olur?? Vallahi ben utandım şarkıcılığımdan.Gecenin sonuna kadar bütün şarkıları birlikte söyledik, yemeklere dokunamadık bile. Şarkılar ve kurulan yeni dostluklar doyurdu herkesi.

Boşuna dememiş üstad.''Bir de rakı şişesinde balık olsam'' diye...Akşam hepimiz aynı şişenin balığıydık anlayacağınız.O güzel geceden bir hoş seda kaldı geriye...

13 Ocak 2010 Çarşamba

''EV''


Yaklaşık bir hafta önce, bir dostum evine davet etti. Arabaya atladığımız gibi yola koyulduk. İstanbul'un büyükşehir olduğunu biliyordum da bu kadar genişlediğinden haberim yoktu.

Anadolu Yakası'nda Çekmeköy benim için son noktaydı ama Taşdelen sapağından sonra gerçekten gözlerime inanamadım; gecenin karanlığında geçtiğimiz yolun kenarlarında muhteşem evlerin silüetleri bile, beni hayran bırakmaya yetti kendilerine. Aman ne villalar,ne çiftlik evleri yapılmış oralara derken, etraf iyice sessizleşti ve yıldızlar gökten düşecekmiş gibi yakın gözükmeye başladı.Bilirsiniz şehrin ışıkları ne kadar az olursa yıldızlar size o kadar yakın gözükür.Oradan anladım çok uzaklarda olduğumuzu ama şaşırtıcı olan buralara da İstanbul denmesiydi. Uzakları yakın eden insanoğlu, burada da bilgisini konuşturmuş, yaptığı yollar sayesinde uzakları yakın edivermişti işte.

Bir süre sonra hani Amerikan filmlerinde gördüğümüz kasaba girişleri vardır ya; tahta tabela üstünde yerin adı yazar, aynı şekilde düzenlenmiş bir tabela bizi karşıladı. Kendimi o filmlerden birinde hissettim.İlerledik ve köyün çıkışına doğru bir demir kapı göründü.Yavaş yavaş açılan otomatik kapı durduğunda, yüksek duvarların arkasında gizlenen o muhteşem yapı, tüm haşmetiyle karşımızdaydı.Bahçe girişinde küçük bir otoparka parkettik araçlarımızı ve içeri girdik.

Şöyle etrafıma bakınca, kocaman taşların oluşturduğu, country tarzı yapılmış bir ev olduğunu farkettim.Mütevazı bir giriş kocaman bir salona bağlanıyordu koridorla ve salonun ucundaki kapı,kenarlarını küçük çam ağaçlarının süslediği büyük bir havuza açılıyordu.Salonda yanan şömineden gelen odunların çıtırtıları, çocukluğumdaki sobalı evimize götürdü beni.Orada da odun kokusu evi sarar anneannem ''yine tüttü bu soba Burhan bey''diyerek dedeme hafifçe kızardı bacayı temizletmediği için.Şöminenin başına konmuş rahatlığı oturmadan da anlaşılan büyük koltuğa kendimi bıraktım.Oturduğum yerden üst kata çıkan merdivenler gözüküyordu; belli ki ev tahminimden daha büyüktü.Odalar, banyolar falan filan...

Sonra hepimizin nerelere ev dediğimiz aklıma geldi.Kimimiz tek odalı gecekondulara,kimimiz bir apartman dairesine,kimimiz bir çiftliğe kimimiz de saray yavrularına aynı ismi veriyoruz ''EV''... ne garip değil mi?

Hepimiz kendimizi güvende ve mutlu hissediyoruz yaşama alanımızın büyüklüğü ne olursa olsun o, ''ev'' dediğimiz yerde. Büyüklerimizin bir sözü vardır; ''insan kirli yatağını arıyor'' diye çok doğru bir söz bence. Nereye ev diyebiliyorsanız orayı özlemek ve sahip çıkıp, devamlılığını sağlamak insanı mutlu etmeye yetmeli.Gece eve dönmeyi hayal etmek bile yüzünüzde bir gülümseme yaratıyorsa önemli olan budur.

Şöyle bir hatırlayın çocukken koltukların yastıklarını indirip yerde kurduğunuz ''evde'' ne kadar mutlu olduğunuzu... Ya da arkadaşlarınızla bahçede oynarken ağaç üstlerine yaptığınız küçücük yerlerde saatlerinizi nasıl geçirdiğinizi... Evi ev yapan ne taşı ne de duvarıdır aslında,içindeki huzurdur...

Varsın tek odalı olsun ya da koca bir malikhane içinde mutluluğu bulabiliyorsanız işte ''EV'' orasıdır aslında...

12 Ocak 2010 Salı

BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN...

Dün bir cenazeye katıldım. Fenerbahçe Camii'den öğle namazına müteakip kaldırdık bizim tanıdığımız işiyle fotografçı Mehmet Abi'yi...Çok zaman geçirmemiş olsak da severdik birbirimizi.

Delikanlılık dönemimden beri cenazeleri kaçırmamaya çalışırım. Ne kadar tanıdığım önemli değil, birkaç kere görüşmüş olsak da orada olmak isterim,gelişine şahit olamamış olduklarımın, buradan göçüşüne tanıklık edip, karşılıklı olarak ufak da olsa birbirimize geçmişse hakkımız, onu helal etmeye... Çünkü bilirim ki kıl kadar yakındır hepimizin hakları birbirine!! Ve her kayıp haberini aldığımda zaman durur benim için.Kalabalık dahi olsa çevrem, bir anda müthiş bir sessizlik kaplar etrafımı, kulaklarımı sağır eder sessizliğin sesi...Yakından tanıyanlar bilir bu durumu ve bir süre beni kendi halime bırakırlar. Sonradan toplarım biraz kendimi ve aklımın bir köşesinde yer etse de o kayıp haberi devam ederim hayatıma kaldığım yerden.

Zamanın benim için durduğu o anlarda yaşadıklarımızın ne kadar boş, ne kadar anlamsız koşuşturmalar içinde geçtiği aklıma takılır. Ve bir hikaye gelir hatırıma, hani kaşığın içindeki yumurtayı düşürmeden yürüyen çocuğun hikayesi. Bilmeyenler için anlatmak isterim:

Adamın biri oğlunu yanına çağırır ve kaşığın içine koyduğu yumurtayı, kendi belirlediği yoldan katetmesini ister. Bunun sonucunda bir kese altın kazanacağını söyler.Ama tek şartı vardır: ''yumurtanın kırılmaması''.Oğul babasının dediğini yapar.Yumurtayı koyduğu kaşığın sapını dikkatlice tutarak ,yolu yürümeye başlar.Gözünü bir an için ayırmaz kaşıktaki yumurtadan, eee ne de olsa bir kese altın vardır yolun sonunda ve ulaşır babasının sözettiği yere. Babası onu beklemektedir sakince; oğlunu güzel bir şekilde karşılar. Oğul görevi tamamlamış olmanın gururuyla babasına sarılır ve kesesini alır.İçindeki altınlarını sayarken babası yüzünde bilgeliğin getirdiği gülümsemeyle sorar:

''Oğul yolu geçerken senin için ektirdiğim gülleri gördün mü?''
''hangilerini baba'' der çocuk merakla
''yolun solundaydılar'' diye cevap verir baba
çocuk şaşırır hemen devam eder baba
''peki sağ taraftaki fıskiyeli havuzu gördün mü? Üzerinde senin isminin baş harflerini yazdırdım''.
Onu da görmemiştir oğul ve
''hayır baba''der yüzünde büyük bir utançla. Baba yanına çağırır oğlunu ve başını okşayarak
''sen elindeki yumurtayı düşürmeden götürmeye ve sonunda kazanacağın altına o kadar sabitlenmiştin ki etrafında olan güzellikleri farketmedin bile''der.

İşte hayat da böyledir oğlum; ödül diye düşündüklerini kazanmaya çalışırken, kaçırıverirsin çevrendeki güzellikleri. Herşeyi kararında ve hakkıyla yaşamaktır oysa ki gerçek kazanç...

Bu öykü hayatı özetler gibidir aslında.Dünyadaki en cesur varlıktır insan;öleceğini bile bile yaşayan,sanki kefenin cebine bir şeyler koyarak gidecekmiş gibi acımasızca onu bunu ezerek, güç elde etmeye çalışıp,yaşamın güzelliklerini farketmeden,bir gün dünyadan göçüp giden...Unutmayalım ki hepimiz için birgün tabutumuzun başında duran hoca tarafından sorulacak orada bulunan topluluğa
''muhterem cemaat merhuma haklarınızı helal ediyor musunuz?'' diye..
Çıkan:
''helal olsun!!!''
cevabı ne kadar çoksa kazançlarımız o kadar çoktur.

Dostlarım, her zaman dediğim gibi tabutu kimin taşıyacağı belli olmaz. Haklarımızın birbirine yakın olduğunu aklımızdan çıkarmadan ve etrafımızdaki tüm güzelliklerin farkına vararak yaşamak dileğiyle...

Son söz tabii ki Mehmet Abi'ye: Sevgili abim yeni yolunda hayırlar diliyorum sana. Fotograf çekimlerinde kullandığın spotların ışığından daha aydınlık olsun yolun.. Haklarımız helal olsun!!!....

11 Ocak 2010 Pazartesi

BİZ SAHNE İŞİ YAPAN DELİLER !!!

Yaşamın renkli yanıdır sahne!! Kısa bir süre bile olsa sizi alır götürür,dertlerden sıkıntılardan uzaklara. Hele bir de bu yolculuğa rakı da eşlik etti mi, değmeyin gitsin keyfine. Size o keyfi yaşatan sahnedeki insan, kim olursa olsun o an için stardır. Bütün alkışların,bütün coşkulu tezahüratların adresi O dur.Kralı kraliçesi oluverir o an gönüllerin. Bu ilgi kimi zaman orada bulunan hemcinslerini kıskançlık krizlerine soksa da çoğunlukla bir beğeni, bir gıpta oluşturur izleyende ve herkes onun yerinde olmak ister.Ne güzel değil mi??? İşte tam da burada bir atasözü açıklayıverir durumu ''Davulun sesi uzaktan hoş gelir....'' Öyle değildir aslında sahnede devleşen o herkesin gıpta ile baktığı, bir insandır sonuçta ve biraz sonra iner sahneden, sessizce karışır gecenin karanlığına dertleri ve sıkıntılarıyla.

Zordur sahne tepesinde olmak,öncelikle büyük özgüven ister, en ufak yerlerde sahneye çıkanla, albümleri yüz binler satan starların buluştuğu ortak duygudur bu.Orada bulunan herkesi etkisi altına almak için bir karizma gerekir. Yaptığınız işe ve kendinize hakim olmayı bilmek, nabzı tutmayı öğrenmek ve şerbetini ona göre vermeyi gerektirir.Deli işidir anlayacağınız onca insana dokunmadan,öpmeden,sevişmeden bir şekilde hayatlarından içeri girip tabir-i caizse duygusal olarak orgazm edebilmektir ve tüm bunların yanında mangal gibi yürekte gerektirir; içtiği yerin ağız olduğunu unutup, sahnedekini esir aldığını sanan,parayı nereden kazandığı belli olmayan magandalara, istekleri yapılmadığı için silah çektikleri ya da kıskançlık krizlerine girip üstüne saldırdıklarında ''yürü lan'' diyebilmek için.Şöyle bir bakın, ünlü olanlar da dahil olmak üzere bizim işimizdeki birçok kadın,artık erkek gibi olmuştur; altında yatan bu sebeplerden dolayı.

Bir de ne istediğini bilmeyen, ne söylerseniz söyleyin eğlenmemek için orada bulunan 'kabız ruhlu' insanlarda girince devreye, sahnedeki için zor saatler başlamış demektir.Ve tabii en önemli nokta: sahneye çıkanla, eğlenmek için oraya gelenlerin girdikleri kapının aynı ama amaçlarının farklı olmasıdır.Siz günün sonundasınızdır ve stresi,derdi atmak iki tek atıp rahatlamaya gelirken, sahnedeki insan için daha yeni başlıyordur iş ve o da bütün günü kim bilir kira,elektrik,su, çocuk,borç,hastalık dertleriyle geçirmiş olarak girer o kapıdan içeri ve o gece çalışıp para kazanmak zorundadır, günlük ihtiyaçlarını karşılamak için.Gecenin sonunda mekan sahibi olacak kişi ''bu gece iş azdı al sana paranın yarısı'' diyecek mi korkusuyla geçirir bütün programı,çünkü başka bir dertte kendini patron sanan adamların sürekli zarara ortak etmeleridir sahnedekini.Oysa hiç bir zaman ''bu gece süper iş oldu senin sayende ,şu kadar kazandık lütfen bunu kabul et'' deyip vermemiştir ücretinin iki katını...

Şimdi ''ne var canım onların yaptığı da iş mi !!! Burada sabaha kadar eğlenip, bir de üstüne para kazanıyorlar'' diyen birini duyarsanız, bu ufacık yazı aklınıza gelsin sevgili dostlarım,her mesleğin kendine ait zorlukları olduğunu anlatın onlara,
ve gecenin sonunda alkışlarınızı eksik etmeyin sahnedeki gecenin starından çünkü herşey bir kenara o alkış sesidir bütün bu zorlukları yok saydırıp bir gece sonra yine aynı coşkuyla sahnede yerini almasını sağlayan...

9 Ocak 2010 Cumartesi

CUMARTESİ GECESİ ATEŞİ

Cumartesi günlerini hep sevmişimdir...

Diğer günlere göre bir farklılığı ve enerjisi vardır.Çalışanlar için hem tatildir ama bunun yanında insana bir coşku verir derinden.

Her şeyi cumartesi yapmak sanki yormaz insanı ev işlerini,alışverişi ve mutlaka akşam yapılacak bir programı hep bugüne sığdırmak isteriz nedense.

Belki dünya yaratılırken,bir ressamın son fırça darbesini attığı,bir müzisyenin bestesindeki son notayı ya da bir şairin en etkileyici kelimesini şiirine koyduğu gibi yüce yaratıcının da bütün doğal güzellikleri tamamladığı gün olması ihtimali, bu enerjiyi yüklüyordur cumartesi gününün üstüne...

Öğleden sonra işler hızla bitirilmiş, akşam arkadaşlarla gidilecek yerlerin listesi kontrol ediliyordur.. Şuraya mı gitsek? Yoksa buraya mı? Yok yok en iyisi sinema diyen grubun içindeki 'hayır yaa evde oturalım' diyen çatlak ses duyulmuyordur cumartesileri.Zaten onu söyleyen sevimsiz bütün bir haftayı evinde geçirenler tarafından programa dahil edilmemiştir bile..!!

Bizim meslekte olanlar bilir: bütün gece işi yapan yerlerde ayrı bir yeri vardır cumartesi gecelerinin. Mekanlar sanki daha bir özenle hazırlanırlar geceye. Bardaklar,tabaklar,sunulacak yemekler, ortamın temizliği herşey elden geçer. Titizlik had safhaya çıkar. Sahne programı olmayan yerler bile en azından bir gitar,bir ud sesi eşlik etsin yemeklerine ve insanlar oradan mutlu ayrılsın isterler.Tatlı bir telaş vardır kısacası bugünün içinde...

Eee koskoca John Travolta'nın oynadığı, adına film yapılmış bir günü küçük bir yazıyla taçlandırmasak olmazdı... Hepinize güzel cumartesiler...:))

Hamiş1:Bu arada hala programını yapmamış olanlar için söylüyorum: Eğer Anadolu Yakası'nda oturuyorsanız Cumartesi geceleri için en iyi plan Burçin Bildik
dinlemeye gitmektir :)))))

Hamiş2:Kendi reklamımı da yapmazsam çaaatttt !!!! diye çatlarım vallahii :))))))

7 Ocak 2010 Perşembe

BİZ BÜYÜDÜK VE KİRLENDİ DÜNYA...

Bugünkü gazetelerin birinde, Amerika'da gençlerin arasında yeni bir ''oyun'' başladığını ve giderek yayıldığını okudum.Haberin devamını getirdikçe tüylerim ürperdi. Aynen aktarıyorum ABD, Kanada, Fransa ve özellikle İngiltere’de yayılmaya devam eden “oyunun” yöntemi şöyle: Gençlerden biri diğerinin gırtlağını tüm gücüyle sıkarak şah damarına olabildiğince baskı uyguluyor. Boynu sıkılan genç beynine giden oksijen ve hava kesildiği için bayılma noktasına geliyor. İşte bu esnada serbest bırakılan genç, yere yığılıyor. Serbest bırakıldığında oksijen bir anda boğulan gencin beynine hücum ediyor ve bir nevi uyuşturucu çekmiş etkisi yapıyor.Bunu kameraya kaydedip internetten yayınlıyorlarmış tıklanma rekorları kırıyormuş bu durum ve sıkı durun bugüne kadar tam 86 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiş. Vaaayy oyuna bakın!!! Ne kadar da yaratıcı ve insanı geliştirici değil mi ? Sokak aralarında oynadığımız yakar top yüzünden rahmetli anneannemin''Oğlum birbirinizin bir yerini acıtacaksınız''diye bizi azarladığını düşündükçe,geldiğimiz şu noktaya inanmak gerçekten güç.Bunun gibi birçok sapkın görüntüler internette dolaşıyor ve çoğu genç bunları seyredip bir çeşit ruh hastalığına emin adımlarla gidiyorlar. Korku filmleri gişe rekorları kırıyor, şiddet herkesi yavaş yavaş esir alıyor. Geçenlerde bir dostum bana yıllar önce söylediğim bir sözü hatırlattı ve ''sen haklıydın o zamanlar seni sapık olarak değerlendirmiştim ama şimdi bende senin gibi düşünmeye başladım'' dedi.O dönemlerde video kulübüm vardı ve gelen filmlerin kalitesini,görüntüsünü,konusunu bilmek adına hepsini seyretmek zorundaydım.Dile kolay 3000 filmi seyrediyoruz tek tek ,deli işi anlayacağınız.E tabii içlerinde erotik olmanın biraz ötesine geçenler de var. En hareketli olanların birinde ben ''bir gün çocuğum olduğunda ona sadece içinde sapkınlık olmayan bütün pornoları seyrettireceğim'' demişim.Arkadaşım bana pis sapık dercesine neden diye sormuş bende : Hayatta en güzel savaş bir kadın ve bir erkeğin yataktaki bu güzel anlarıdır, hiç olmazsa insanın en yalın hali. Top yok,tüfek yok,kan yok,ağlamak yok her iki taraf bu savaştan galip çıkıyor;biz de annenle bu savaşa girdik ve sonunda seni kazandık çocuğum diyebilmek için bunu yapacağım cevabını vermişim.Görüyorum ki yıllar beni haklı çıkarmış ve sevgili dostum hakkımı teslim etmişti.Gelinen noktada bence herkesin,hepimizin biraz dahli var diye düşünüyorum.Masumluğu yok ederek büyüdük.Bu şiddet görüntülerine ''oyun'' der olduk.Doğmamış çocuklar adına çok üzülüyor ve sormadan edemiyorum nereye gidiyoruz ? sevgili dostlarım
Ha ben mi ne yapacağım? Kendimi bu heyecanlardan ve atraksiyonlardan uzak tutup,onlara göre ''ot'' gibi olan hayatımı yaşamaya devam edeceğim..Günün birinde aramıza katılmaya karar veren çocuğuma da isim-şehir oyununu öğreteceğim :)))

6 Ocak 2010 Çarşamba

HAYAT KAPILARINI BİR GÜLÜŞE AÇAR BAZEN

Ben her yeni güne heyacanla uyanır, biten gün ne kadar stresli geçmiş olsa da en azından sabahı gülerek karşılamayı severim.Çünkü yeni bir gün,birçok güzelliklere açıktır diye düşünürüm.Burcumun etkisiyle olacak ki ağlarken biraz sonra güler ya da çok sevinçli bir durumdan duyduğum bir sözle, aniden gözyaşlarıyla derin bir üzüntünün içine girebilirim.O yüzden ikizler burcunun adı kötüye çıkmıştır.Oysa konuları yaşandığı yerde bırakabilmek,başka bir duruma taşımamak, çift karekterlilik değil, sapla samanı birbirinden ayırt etmenin, bir başka şeklidir bana göre.Oysa çoğumuz bunu yapamıyor, acılarını, sıkıntılarını, yaralarını hep taşıyor ve girdiği her ortama mutsuzluğunu yayıyor.

Peki ne kadar doğru sizce?

Her birimizin sıkıntıları yok mu ?

Her dağa yağan bir kar yok mu?

Hayat bazı şeyler için çok kısa dostlarım. Hele yaşam şartlarının bizi çok zorladığı şu dönemde, elimizdeki değerlere sahip çıkmalı ve mutlu olduğumuz anların tadını çıkarmalıyız.Yaşamdan vazgeçmek,bir mutsuzluğu sürdürmek, dertlerden sıkıntılardan bahsetmek, kimseyi rahatlatmayacağı gibi bizleri yalnızlaştırır.Bir süre sonra bunları değil paylaşmak,konuşacak birini bulmak bile zorlaşır. Tabii sürekli gülücükler dağıtmayı, ortalığa neşe saçacağım diye deli deli hareketler yapmayı kastetmiyorum ama melankolik bir tavırla ortalarda dolaşmak, herşeyden önce sizi yorar.Şöyle bir doğaya bakın mesela: nasıl sesizce ama coşkuyla her an bir değişim içinde yağmur yağıyor, arkasından kocaman bir güneş içimizi ısıtıyor,kar yağıyor, bembeyaz örtünün içinden kardelenler gözüküyor,çiçekler her sabah bütün güzellikleriyle açıyorlar geceye inat.

Her bulutun arkası güneştir bunu unutmadan yaşamak gerekir. Yaşadığımız sorunların, sıkıntıların herbirinin geçmek zorunda olduğumuz birer sınav olduğunu düşünerek bakmalı,incir çekirdeğini doldurmayacak olayları, hayatımızın merkezine oturtmadan, yaşamayı öğrenmeliyiz.İşte bütün bunların başlangıcı, sabaha iyi uyanmakla olabilir.Kendinize iyi birşey yapın: yarın gülerek uyanın hayata!!! Kimbilir bu koca dünya, o güzel gülüşe bütün kapılarını sonuna kadar açabilir belki de..

5 Ocak 2010 Salı

İTAATSİZ SADAKAT

Kadın erkek farketmez hepimiz sadakati itaatle karıştırıyor, karşımızdakini eziyor,üzüyor ve ne yazık ki hırpalıyoruz.Oysa genel geçer kurallar hariç, diğer tüm isteklerimize itaat etmeyen, bize sadık değildir ve yeterince sevmiyordur düşüncesi, bana sorarsanız yanlıştır.Özgür iradesiyle yanımızda duran, bize her zaman kucak açan, sıkıntıları ve sevinçleri aynı şekilde hissedip, her konuda desteğini esirgemeyen insanlara, biraz daha özenli davranmanın zamanı gelmedi mi sizce? Eğer eviniz müsaitse, bir kedi sahibi olmak bunu öğrenmenin en kolay yollarından biridir.Evet, yanlış duymadınız bir kedi..Şimdi çoğunuz içinden''kedi nankördür'' diye geçirmiştir.Bu duygu itaatle sadakati karıştırmaktan meydana geliyor bana göre..Bir kediyle yaşamak, bir insanla yaşamaya neredeyse eşdeğerdir aslında.Laf aramızda köpeklere de bayılıyorum ama kediler köpeklere benzemez, yemek verdiğiniz, ya da onunla oynayıp, ona bir ev açtığınız için değil, sizinle birlikte olmak istediği için yanınızdadır ve hoşuna gitmeyen bir şey yaptığınız da, onu kızdırıp, istemediği anda sevmeye çalıştığınızda, uyarmak için tırmalar.Parçalamak amaçlı olmadan, küçük bir diş atıverir,işte tıpkı insanlar gibi. Bizlerde öyle değil miyiz? 21.yy.da özgürlük çığlıklarının atıldığı,kadın erkek eşitliğinin (ben bu eşitlik konusuna çok katılmasam da )kabul gördüğü ve insanların seçme şanslarının çok olduğu bir dönemde, sizi seçen kişi için, durum aynı değil mi ? Kediler ve insanlar arasındaki benzerliği bilenler ne demek istediğimi anlayabilirler.Her konuda bir köpek kadar size itaat etmese de, size sadık ve sevgi doludur onlar.Aynen sizinle aynı yolda yürümeyi seçmiş o çok özel kişi gibi...

4 Ocak 2010 Pazartesi

İSTEYENİN BİR YÜZÜ KARA !!

Hiç soruyor muyuz kendimize; Nasıl konuşuyorum? Düşüncelerimi tam anlatabiliyor muyum? Ve en önemlisi, İstemeyi biliyor muyum? diye...Sadece karşımızdaki insanlardan değil, evrene isteklerimizi düzgün göndermekten bahsediyorum.Evet, şöyle bir düşünün lütfen. Eğer isteklerimizi detaylandırabilsek, sonuçlardan memnuniyetimiz artar mı? Bu,sadece birbirimizle olan iletişimimizin dışında, evrenle olan bağımızı da güçlendirebilir ve sonuçlarından daha memnun olacağımız durumları ortaya çıkarabilir.Dualarınıza dikkat edin!!! Neyi, nasıl isteyeceğinizi yalnız siz bildiğiniz için, onu dilerken detaylarını vermeyi unutmayın. Bir çok arkadaşıma, hatta aileme bunu defalarca söylememe rağmen ''O benim ne istediğimi biliyor''diyerek beni duymamazlıktan gelirler. Şöyle düşünelim dostlarım: bir çoğumuz bize verilenlerden ne kadar mutlu oluyoruz? Bir düşünün kimbilir kaç kere ''bunu aldım ama istediğim gibi değil '' dediniz.Oysa onu isterken ne kadar da hevesliydiniz, ya da az uğraşmadınız kazanmak için. Kendinizle başbaşa kaldığınızda,kaç kere dualar ettiniz onun hayatınızda olması için.Peki istediğinizi iyi anlatabildiniz mi evrene ? Elinizdeki ile istediğiniz arasındaki farkların ve bundan dolayı memnun olmayışınızın nedeninin,hiç sizinle ilgili olabileceğini düşündünüz mü ? Evet herşey dualarda isteğimizi şekillendirirken başlar. Bunu unutmadan size yeni bir yol öneriyorum. Örneğin '' bir otomobil istiyorum'' yerine, markasını,modelini,rengini ve içinde görmekten mutlu olacağınız tüm özelliklerini sayarak isteyin. Araba örneğinden yola çıkarak, hayatınıza gelmesini istediğiniz kişi için bile detayları verebilirsiniz.Dualarınızda ''bir sevgilim olsun'' yerine boyunu,posunu,göz rengini,işini,kariyerini hatta kişiliğini şekillendirin.Sakın, oooo amma da istedin diye düşünmeyin lütfen.İsteyenin bir yüzü kara nasıl olsa. Unutmayın detay ne kadar çoksa, sonuç o kadar başarılı olur. ''Özünüz güzeldir sözünüzü düzeltiniz'' diyor bir bilgide.Bana sorarsanız, evrenin bize yardımını bekliyorsak, önce biz ona yardım etmeliyiz, isteklerimizi düzgün bir dille ona anlatarak...

3 Ocak 2010 Pazar

Yeni Yılda Yapılacaklar 1

İki gündür yazma fırsatım olmadı. Sahne,yolculuk derken ancak oturabildim pc başına ve başladım içimden geçenleri sayfaya dökmeye...Yazamadım ama düşündüm, hem de çok. İnsan belli bir tecrübeye ulaşınca, ne istediğini değil, ne istemediğini daha iyi öğreniyor sanırım. Bende artık neleri istemediğimi daha iyi biliyorum.Onları sıralayınca hemen belli oluyor istediklerim ama yine de pozitifi yaymak için dünyaya, olumlu cümleler kurmak gerekiyor.En azından aldığım parapsikoloji eğitimlerinde,böyle işleniyordu bu konu. Etrafımda bir sürü insan -buna bende dahilim- mutsuzluğundan,parasızlığından, aşksızlığından birlikteliğindeki sorunlardan dert yanıyor. İsteklerini düzgün anlatamadıklarından evren yardımda yetersiz kalıyor.Yeni yılda yeni bir yola girmeliyiz hep birlikte diye düşünüyorum.Artık sorunları dile getirmek yerine, isteklerimizi konuşmalıyız. İstemediklerimizin bir listesini yapalım dostlarım, aklımıza geldiği gibi saçma bile olsa, onları listeliyelim. Kafamızdan çıkartıp bir kağıda dökelim önce ve yanlarına olumlu olanlarını yazalım.Sonra onları günlük konuşmalarımızın içine yerleştirelim.Mesela; ''huzurum yok'' yerine ''huzurlu olmayı seviyorum'' ya da ''hasta olmayayım'' yerine ''sağlıklı olmak istiyorum''gibi.Bu konuşma dili, evrenle aramızdaki bağı güçlendirecek ve daha pozitif olmaya başlayacağız. Bu söylediklerimi kendim de uygulamaya çalışacağım bu yıl. Emin olun herşey değişmeye başlayacaktır yaşamımızda bir anda değil belki ama zaman içinde göreceğiz faydasını.Polyanna olalım demiyorum elbette ama biraz olumlu olmaktan hiç zarar gelmez insana.Hadi yeni yılda iyi bir şey yapalım ve başlayalım neleri istemediğimizi listelemeye...

Hamiş : Yazının başlığından da anlayacağınız gibi, yeni yıl ile ilgili eylemlerim sürecek! Ahtım var 2010'u rahat bırakmayacağım. Ta ki benim isteklerim olana kadar. Yeni düşüncelerimi de sırası geldikçe paylaşacağım .